ABDULLAH  DAYI

           Naci YENGİN

 

      Soğuk bir kış günü.

      Ocak ayı bütün haşmetiyle köye inmiş.

      Köy deresinin son yıllarda  iyiden iyiye azalan suyu donmuş.

      Derede oynaşan ördekler buzun üzerinde durmaya ve adeta buz pateni yaparcasına bir şeyler bulup karınlarını doyurmaya çalışıyor.

      Erken filizlenen ağaçların tomurcukları soğuktan büzüşmüş.

      Dere kenarındaki evinde otuz yıldır oturan Abdullah Dayı  geçen yıl ölen oğlundan kalan son hatıra  on dört yaşındaki torunu ile birlikte  yaşıyor.

      Kar yağmasa da bu mevsimde Ege’nin poyrazı insanın kemiklerine kadar işliyor. Yazdan biriktirdikleri meşe odunları kışı atlatacak gibi görünmüyor. Abdullah Dayı ve torunu güneşin sıcak yüzünü gösterdiği günlerde dağa çıkıp kütük toplayarak sert ve uzun geçen kışa karşı önlem almaya çalışıyorlar.

       Abdullah Dayı ve torunu bazen, yüzyıllar öncesi dedelerinin yaşadığı ve eski köylerinin bulunduğu Kıraçdere’den bazen de köy delikanlıların Efe kıyafetleri giyerek ‘Harmandalı’ türküsü eşliğinde  at üzerinde gelinleri dolaştırılıp yanından geçtikleri ve ‘Arabın Evleri’ türküsünü okudukları Şeytanlıyar’a gidip oralarda çalı çırpı topluyor, sobanın karnını doyurup  üşümekten kurtulmaya çalışıyorlar.

      Ocak ayının bütün şiddetiyle hakim olduğu tabiatın kendine göre bir güzelliği olurdu. Bu güzelliği dedesiyle birlikte dağlara çıktıklarında daha yakından görür ve hiç dönmek istemezdi dört duvar arasına Ümmü Gülsüm.

      Güneşin ilk ışıkları gözlerine dolar ve bir daha uyuyamazdı sabahın erken saatlerinden itibaren Ümmü Gülsüm. Dedesi köydeki diğer dedelere benzemiyordu. Ağaran sakalı,nasırlaşan elleri ve yüzyıllık çınar ağacına benzeyen yüz hatları ile adeta geçmişten bize kalan bir hatıra gibi dururdu dedem. Anlattığına göre Hicri 1328 doğumluymuş. Bunun günümüzde hangi yıla denk geldiğini  köyümüze yılda bir iki  izinli olduğu zamanlarda gelebilen  Tarih öğretmeni Mehmet Amcadan öğrenebilmiştim. Dedem tamı tamına 96 yaşındaydı. Köyde dedemden daha yaşlısı yoktu. Bunun bir çok faydası oluyordu bana. Mesela köyle,bölgemizle ilgili  öğretmen bir ödev verdiğinde dedeme sorar ve  her şeyin canlı tanığı olarak dedemi örnek gösteririm.

      Ege Bölgesinde Yunanlılara karşı kazandığımız savaş sırasında dedem on üç yaşındaymış. Her şeyi bütün ayrıntılarıyla hatırlıyor. Hatta Yusuf Hoca olarak Kuva-i Milliye içinde bölgemizde nam salmış birisinin torunu olmakla da her zaman gururla bahsederdi.

      Köyümüz Manisa’nın Salihli İlçesine 20 km. mesafede  Akören Köyü. Ancak köy deyip de geçmemek gerek. Zamanında kasaba olan köyümüzün 15 bin nüfusu varmış. Fakat zaman içerisinde nahiyemiz Adala (Karataş)  ve ilçemiz Salihli’nin önem kazanması,göçler ve Yunan zulmü gibi sebeplerle şimdiki nüfusuna  700’e düşmüş.

      Köyümüzün mezar taşlarından öğrendiğimize ve tarihçi amcanın anlattığına göre bilinen tarihi 1560’lara kadar gerilere gidiyor.  Zaten ismi de öyle. Önce Havran (Lidya ve Helenistik Dönem), sonra ise Osmanlı Devleti döneminde Ağviran olarak benimsenmiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında Akviran, son yıllarda ise Akören olarak söylenir olmuş.

      Köye gelenlerin ilk görüştüğü kişi elbette dedem oluyor öncelikle. Özellikle tarihimizle ilgili her şeyi dedeme sorabilirsiniz. Bağımsızlık Savaşımıza köyümüzden 93 kişi katılmış bunların ancak üçü geri dönebilmiş. Dedem  isimlerini sayarken sicim gibi akan gözyaşlarını silmekten de geri durmuyor. Zaten dedemin ağladığına ancak böyle bir konuyu anlatırken görebilirsiniz. Göz yaşları beyaz sakallarının arasından kendine bir yol çizer ve toprağa düşerken sanki düşmek istemiyormuş gibi son damlaları sakalların arasında tutunmaya çalışır. Aynı durum  ab dest alırken de yaşanır ve ben dedemin her vakit ab dest alacağı zamanları iple çekerim.

      Dedemin diğer yaşlılardan biraz farklı olduğunu söylemeliyim. Mesela hiçbir zaman  köy erkeklerinin sürekli gittiği kahvehaneye gittiğin e şahit olmadım. Altmış yıldır gitmediğini söylüyor. Hiçbir zaman  düğün,kına gecesi gibi eğlence yerlerine gitmez. Mecbur olmadıkça şehre inmez. Ve küçücük odasında başını kıbleye verip dört numara gözlüğü ile tam olarak seçemediği ve benim henüz öğrenemediğim eski yazı ile bir şeyler okur. Yalnız birisi çağırırsa o zaman misafirliğe gider. Önceleri acaba benim yüzümden mi diye düşünüyordum. Ama öyle değilmiş. Milli Mücadelede  Yüzbaşı Hafız Ahmet’in sohbetlerine katılmaya başladıktan sonra böyle olmuş.

      Yüzbaşı Hafız Ahmet Alaşehir’de medrese eğitimini tamamlayan Milli Mücadelede yüzbaşılık rütbesine kadar yükselen 1969’da ölen bölgemizin ve köyümüzün en saygıdeğer şahsiyetlerinden birisi. Dedem söz verdi Kurban Bayramı öncesi mezarının başına gidip mersin dikip dua edeceğiz.   Hafız Ahmet dedin mi akan sular durur bizim köyümüzde. İstiklal madalyası ve kılıcı hala durur torunu Ömer Abilerin evinde! Dedem o zamanlar Hafız Ahmet’in dizinin dibinden ayrılmazmış. Biraz da çevrede tanınmasına buna borçlu sanırım. Köy köy dolaşır insanlara bir şeyler anlatıp onların dertlerini dinlerlermiş. Malı mülkü yerinde olmasına rağmen Hafız Ahmet bir yoksul gibi yaşar muhtaç sahiplerine elinden geldiğince yardım eder ve ettirirmiş. Hatta onun çabalarıyla 1946’da köye ilkokul yapılmış. Daha sonra da şimdilerde yenisi yapılan eski caminin yapılmasında ön ayak olmuş.

      Dedem Hafız Ahmet’in ölümünden sonra bir süre ümidi kırılarak kol kanatsız kalan birisi gibi oradan oraya dolaşmış. Adeta hafız Ahmet’in ayak izlerini aramış her gittiği yerde ama bir türlü bulamamış. Daha sonra kendi kendine söz vermiş ve eski yazıyı yazabilecek kadar iyi öğrenmiş. Şimdi hem şimdiki alfabemizi hem Osmanlıca’yı rahatlıkla okuyup yazabiliyor. Ah keşke gözleri biraz daha net görebilse!     

      Gözleri,dişleri ve kulakları eskisi gibi değil. Ağzında tek sağlam görünen dişi sol ön alt çenede iğreti gibi duruyor. O da düşse ağzının tamamına yeni diş taktırmak gerek. Bazen yemek yerken lokmaları yutmakta zorlanıyor. Gözlerinden ameliyat olmasına rağmen bir düzelme görülmedi. Kulakları yaşa dayalı yarı sağır. Ama Allah biliyor ya o kadar dinç görünüyor ki. Bu yaşına rağmen her sabah namazdan sonra şöyle bir köyün altını üstünü turlamadan edemiyor. Sanırsınız köy bekçisi. Herkesin uykuda olduğu bir saatte böyle bir şey yapmayı alışkanlık haline getirmesi küçük yaşlarına dayanıyor.

      Anlattığına göre dedem, Menyeli Hüseyin  ve  Hacı Osman Yunanlıların köyümüzü işgal ettiği yıllarda Kuvvacı dedikleri Kuva-i Milliyecilere  gözetmenlik yapmış! Hatta köylünün  Kara Kazım dediği Kazım Özalp’ten kaçan Yunanlıların  köyün karşısında birkaç gün köyü gözetlemeleri sırasında dedem ve arkadaşlarının Yunan askerlerinin atlarını salıverdikleri Kazım Paşa’nın kulağına kadar gitmiş ve Yunan’ın kaçışı sırasında köye uğrayan Paşa köylüye hitaben bir teşekkür konuşması yapmıştı.  Köyümüzün gururu olan “doksan şehidin kanlarının yerde kalmadığını” anlatan Paşa çocukların gözlerinden öpmüştü!   

      Dedemin boncuk boncuk yere dökülen göz yaşlarının içinde saklı duran duyguların ne anlama geldiğini anlamak için vatanımızın hangi şartlarda kurtarıldığını anlamak gerek kuşkusuz. Benim bu duyguları tam olarak anlamam ve anlatmam mümkün değil.

      Küçücük odasından  çıkmasını sağlamak  için önemli bir sebep bulmam gerekiyor. İçim kıpır kıpır. Babamın ve Babaannemin mezarını ziyaret edeceğiz. Bugün Arefe.  Buraların adetlerinden birisi de  Ramazan ve Kurban Bayramlarından bir gün önce ikindi namazından sonra mezarlığa gelinir ve dualar arasında ziyaret edilen  akrabaların unutulmadığı mesajı verilirdi. Bu bende  onların da bizimle birlikte yaşadığı düşüncesinin yerleşmesinde en önemli etkenlerden birisi olmuştur. Ölülerden korkmak değil onlarla iç içe bir hayat sürdürmek babamın anlattığına göre bizim binlerce yıl öncesine dayanan geleneğimizmiş!

      Köyle bitişik Yeni Çeşme’nin yanında yüzyıllardır köye gidip gelenleri karşılayan mezarlık  bakımsız da olsa atalarımızın ebedi evi. Hangi saatte yanından geçsek ellerimizi havaya kaldırıp bildiğimiz duaları okumadan geçmediğimiz yakınlarımızın evini ziyaret etme duygusu biraz heyecan biraz da onlarla yakınlaşma duygusu uyandırıyor bende. Dedem ölen ancak tanımadığım akrabalarım hakkında merak ettiğim sorulara cevap vermekten bıkmazdı. Adeta  burası onun gerçek eviymiş ve bizler onun misafiriymişiz gibi mezarların üzerindeki otları temizler ve misafirlere ikrama boğardı. Hatta dedemin bu özelliğini bilen çocuklar bayramdan bir gün önce el öpmeye başlarlardı. Sanırım köyde öpülen ilk el dedemin elliydi. Çocukları eli boş göndermeyen dedemin mezarlıkta özellikle babaannemin mezarının yanında bir yandan kendiliğinden akan göz yaşlarını silen eli bir yandan da gelen çocukların başını okşamasına kıskanırdım! Ama o babaannemin yanında olduğu kadar hiçbir zaman mutlu ve huzurlu görünmüyordu. Bunu fark ettiğimi anladığında ise yaşlı ancak güçlü kollarına alır ve asırlık çınarın nasırların parmaklarıyla yüzümü ve gözlerimi okşar, beyaz sakallarının arasına alırdı alnımı.

      Gerçek evinin neresi olduğunu  anlamak güçtü dedemin.

      Sanki yüzyıllar ötesinden gelen bir akıncı beyi idi.

      Geçmişten getirdiği tecrübelerle  bizi geleceğe hazırlamak için gönderilmişti...

 

 



 
Bugün 6 ziyaretçi (7 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol